Tıkış Tıkış Evler, Yorgun Ruhlar
Tıkış Tıkış Evler, Yorgun Ruhlar
Evin içi nefes almıyor artık. Her köşede bir obje, her rafta bir biblo, her duvarda anlamsız bir dekor. Nefes almıyor oda. Işık bile zor geçiyor kalın perdelerin ardından. Halılar kalın, koltuklar büyük, sehpalar süslü, ama yürek dar. Çünkü bu ev bize ait değil. Biz bu evde sadece yer kaplıyoruz. Asıl sahipleri eşyalar.
Oysa bir zamanlar ev, korunmak içindi. Dinlenmek, kendin olmak, kendi kendine kalmak için. Şimdi ise her köşe dergi kapağına benzemeye çalışıyor. Misafir gelirse ne düşünür diye değil, sanki birileri sürekli izliyormuş gibi. O duvar saati, gerçekten saati mi gösteriyor, yoksa sadece orada durmak için mi var? O devasa yemek masası, yılda kaç kez tam kadro kullanılıyor? Ve vitrin... İçinde cam cam üstüne yığılmış, neyi anlattığı belirsiz hatıra kırıntıları.
Sadelik artık yoksulluk gibi gösteriliyor. Az eşya, eksiklik sayılıyor. Oysa fazlalık, zihni boğan bir zincir. Kapitalist sistem her gün biraz daha “ihtiyacın var” diyerek dürtüyor bizi. Tüket, yenisini al, daha parlak olanı seç. Evlerimiz, huzur vermek yerine bir vitrin gibi diziliyor. Biz de o vitrinin arkasında sıkışmış, sessiz figüranlara dönüşüyoruz.
En güzeli sade olandır. Az, ama öz. Anlamlı. İçinde yürüyebileceğin boşluklar olan bir ev. Eşya değil, nefesin dolaştığı odalar. Gürültüsüz renkler, abartısız detaylar. Çünkü insan ruhu, gösterişin ağırlığını taşıyamaz. Eşya çoğaldıkça, insan küçülür.
Ve en önemlisi ne biliyor musunuz? Bir odada ibadet etmeye çalışıyorsunuz. Sessizlik arıyorsunuz önce… İçinize dönmek, Allaha yaklaşmak istiyorsunuz. Ama başınızı çevirdiğiniz her yerde bir dikkat dağıtan var. Sağınızda gösterişli bir tablo; kocaman çerçevesiyle “ben buradayım” diyor. Önünüzde televizyon, sesini kısmışsınız yada kapatmışsınız belki ama görüntüsü hâlâ zihninizde dönüyor. Arkada vitrin, içi parlak tabaklarla dolu. Sadece misafir için saklanan, ama sürekli gözünüzün önünde duran bir sergi. Solunuzda gümüşlük… Işık değdikçe parlayan bir ihtişam.
Bu kadar eşyanın ortasında ibadet etmek… sanki kalabalığın içinde fısıldamak gibi. Sesiniz yankılanmıyor. Ruhunuz eşya ile yüklenmiş, düşünceleriniz eşyaların arasına sıkışmış. İçinizdeki saf niyet bile yer bulamıyor o kalabalığın içinde.
Ve o an fark ediyorsunuz: İbadet kayboluyor. Gölgelere karışıyor. Eşyaların gölgesine…
Allah’ım…Bizi bu kadar eşya için sorguya çekme.
Çünkü biz onları huzur için aldık sandık…
Ama huzurumuzu elimizle boğduk.