Bir Oluşum Bir Fikir Nasıl Ölür? Beyin Ölümü Gibi: Aklın ve Kalbin Susmasıyla
Bir Oluşum Bir Fikir Nasıl Ölür? Beyin Ölümü Gibi: Aklın ve Kalbin Susmasıyla
Tıpta “beyin ölümü”
dediğimiz şey, sadece bir fiziksel son değildir. O andan itibaren kalp atıyor
olabilir, solunum cihazları göğsü inip kaldırıyor olabilir, parmaklar hâlâ
ısınıyor olabilir ama gerçek, sessiz bir çöküştür: Artık düşünce yok, irade
yok, tepki yoktur. Zihin susmuştur. Ruh, bedeni terk etmiştir. Çünkü beyin,
yani akıl ve kalp, yani irade ve his bir daha dönmemek üzere susmuştur. Bilim,
işte bu suskunluğa "ölüm" der. Çünkü yaşamın hakiki kıvılcımı artık
yanmamaktadır.
Peki ya insanlar? Ya da
insanların bir araya gelip kurdukları yapılar? Tarikatlar, gruplar, cemaatler,
dernekler, vakıflar, ideolojiler, siyasi partiler, fikir hareketleri... Onlar
nasıl ölür? Kapısına kilit vurmak yeterli midir? Tabelasını sökmek, sicilini
iptal etmek, adını haritadan silmek yeterli midir?
Hayır. Gerçek ölüm daha
derindedir. Daha sessiz, daha sancılı, daha görünmezdir. Bir cemaatin beyin
ölümü, o yapının düşlediği hakikati artık hissedememesiyle başlar. Kalp artık
heyecanla atmazsa, zihin artık düşünmezse, niyetler yıpranmışsa, hayaller
erimişse, amaç pusulası kırılmışsa... İşte o zaman o oluşum ölmüştür. Tabelası
yerinde olsa bile, o bina ışık saçmıyorsa, o mecliste artık ruh yoksa konuşulan
kelimeler sadece sesse ve anlam taşımıyorsa, o yapının beyin ölümü
gerçekleşmiştir. Görünürde hâlâ yaşıyor olabilir. Hâlâ toplantılar düzenleniyor
olabilir, hâlâ bildiriler yayınlanıyor olabilir. Hatta hâlâ üyeleri “biz
buradayız” diyebilir. Ama içeride ne kalp atar, ne akıl konuşur. Ne irade
vardır, ne de heyecan. O artık bir cesettir.
Her oluşum bir hayalle
doğar. Bir fikirle başlar, bir hedefe yürür. İnsanları ortak bir heyecan
birleştirir. Ama zamanla, bu heyecan çürür. Çünkü insanoğlu tembelleşir,
alışır, yozlaşır. Gölgesine tapan putlar yaratılır. Kuruluşun saflığı yerini
politik kurnazlığa bırakır. Vizyon daralır. Misyon sıradanlaşır. İlkeler
pazarlığa açılır. İşte o andan itibaren beyin ölümü başlamıştır. Kalp artık
atmaz; sadece ritim taklit edilir. Akıl artık düşünmez; sadece geçmiş tekrar
edilir.
Bir yapının ölümü,
yalnızca fiziki olarak dağılması değildir. Kapanan kapılar, kaldırılan
tabelalar, feshedilen tüzükler sadece defin işlemleridir. Gerçek ölüm, o
oluşumun ruhunun yok olmasıdır. O oluşumun neden kurulduğunun unutulmasıdır.
İçinde doğduğu acının, hayalin, ideallerin anlamını yitirmesidir. Asıl ölüm; insanların
artık o oluşuma, o fikir hareketine inanmayı bırakmasıdır. Gerçek ölüm,
samimiyetin yerine çıkarın geçmesidir.
Bir oluşumu yaşatan, onun
duvarları değildir. Onu yaşatan, onun kurucusunun ismi değildir. Yaşatan şey,
her sabah yeniden alevlenen bir inançtır. Her yeni katılan kişinin gözlerindeki
o ilk heyecandır. O ateş söndüğünde, insanlar hâlâ bir araya gelebilir.
Toplantılar hâlâ yapılabilir. Belgeler hâlâ imzalanabilir. Ama artık ruh
yoktur. Artık ölüm gerçekleşmiştir.
Bu yüzden sorulmalı: Biz
hâlâ yaşıyor muyuz, yoksa çoktan öldük mü? Yaptığımız iş bir refleks mi yoksa
bir şuur mu? Konuşmalarımız düşünce ürünü mü yoksa sadece yankı mı? İsimlerimiz
var ama kimliğimiz yoksa hayallerimiz vardı ama artık dalga geçiliyorsa,
amaçlarımız vardı ama şimdi sadece mevki kavgasıysa, evet, ölüm
gerçekleşmiştir.
Ve sonra hayal biter.
Kuruluş amacı yerini konfor alanına bırakır.
Fikirler törpülenir, ilkeler sulanır.
Kendini yenilemekten korkan yapılar, kendi tarihinin
altında ezilir.
Bir yapı, bir hayal, bir ideoloji; yeniden doğabilir,
hata yapabilir, düşebilir ama umudunu kaybettiği gün, artık ölmüştür. Kendini
kandırmaya başlarsa, artık yalnızca kendi çürümesini izliyordur. Kendini
dokunulmaz sanmaya başladığı anda, içten içe çöküş başlamıştır.
Bu yüzden bir kapıya kilit vurmak, sadece semboldür.
Gerçek kilit, kalplere vurulduğunda…
Gerçek yasak, akla getirildiğinde…
Gerçek dağılma, gönüller çözülmeye başladığında olur.
Bir oluşum, ideallerini gömmeye başladığında mezarını
kendi kazmaya başlamıştır.
O mezarın taşı yoktur.
Çiçeği yoktur.
Ancak her gün üstünden binlerce insan geçer.
Ve kimse bilmez ki, orada bir zamanlar bir hayal
yaşamıştır.
Tarih, ruhu ölmüş
binlerce hareketle doludur. İlk doğduklarında güneş gibiydiler. Gittikleri her
yere ışık taşıdılar. Ancak zamanla kendi içlerinde karanlığı büyüttüler. Kibir,
çıkar, koltuk, itaat adı altında aklı iptal eden kör sadakat... İşte tüm
bunlar, bir yapının kalbini durduran nedenlerdir.
Bir araya gelişler artık bir umut değilse, bir güç
gösterisiyse, bir mecburiyetse ya da bir alışkanlıksa...
Birlikte susmalar, artık derin bir tefekkür değilse,
korkudan gelen bir çekingenlikse...
Sözler artık bir hakikati değilse, yalnızca
ezberlenmiş sloganlarsa...
İşte orada ölüm başlamıştır.
Gerçek ölüm, sessizdir. Tıpkı beyin ölümü gibi…
Tıpkı düşüncenin, aklın, kalbin öldüğü gibi.
Tıpkı artık hayal kuramayan bir toplum gibi.
Tıpkı bir araya gelme iradesini kaybetmiş bir cemaat gibi.
Ve unutmayın, beyin ölümü
gerçekleşmiş bir yapı, dışarıdan hâlâ yaşıyor gibi görünebilir. Ama o artık
sadece bir gölgedir. Bir geçmişin yankısı. Bir hayalin külleridir.